haberin bağlantısı burada
http://www.designnobis.com/
Volitan video
Port Göcek: N 36° 44.80’ E 28° 56.52’
Mavi Yolculuk’tan yeni döndüm. Bunun kaçıncı yolculuğum olduğunu unuttum gayri. Mavi Geziler o kadar doğaldı ki, gruplar birbirini kovalıyor, biri gelip öbürü gidiyor. Şanlı teknemiz “Hürrüyet” Mavi Yolculuk isteklilerinin hepsini yaz aylarına sığdıramaz oldu....
Kan Ter İçinde
Dostu olduğu kadar düşmanı da vardır Mavi Yolculuğun. Otellerde, motellerde konforlu bir tatil geçirip hem denizden, hem karadan faydalanarak keyif sürmek varken; on beş yirmi kişi niçin ufacık bir tekneye sığar da bin bir güçlük içinde, balığımızı kendimiz tutarak, yemeğimizi kendimiz pişirip bulaşığımızı kendimiz yıkayarak, yatmak, uyumak ve yıkanmak için bir sürü yoksulluğa katlanarak dalgalı denizlere açılırız; neden güzel limanlar varken, ıssız ıssız koylara demir atar da bir dağ başında bir kaç yıkık taş göreceğiz diye, nice çalılıklar arasında kan ter dökerek tırmanır, dikenlere, arılara ve sivrisineklere yem yaparız kendimizi, bunu anlamayanlar vardır...
İnsanca
... Mavi Yolculuk bir eylemdir, insanca bir eylem, yurdumuzun koşulları içinde toplumumuza fayda getirecek bir eylem. Mavi Yolculuğun kurucusu Halikarnas Balıkçısı nasıl çınlayan “Merhaba”sı ile kıyılarını uyandırmış, Bodrum’u yaratmış ve denizi, toprağı ile kocaman bir bölgeyi yaşama ve bilime açmış, onu geçmişi, geleceği ile yerli, yabancı gezginlere tükenmeyecek bir varlık olarak bağışlamışsa; yılda ikiye, üçe çıkarılarak düzenlenen Mavi Geziler de aynı amacı gütmektedir. Çağımızın felsefeleri hep bir yaşam felsefesi olma amacını gütmekte; artık kitapta kalmayıp, hayatta uygulanmak, gerçekleşmek ilkesine dayanmakta...
Renk Renk
Böyle bir ereğe doğru ulaşmak için itici güç, hiç kuşkusuz insanlar arasındaki sevgi ve sevinçtir. Sevincin eğitici gücü bugünden keşfedilmiş değildir, Platon’un Akademia’sı, Aristo’nun Lykeion’u; gerçek ve yaygın eğitimin ancak sevgi ile birbirine bağlı topluluklarda yaşayıp geliştiğini öğretmemiş midir bize? Mavi Yolculuk da böyle bir yaşam felsefesinin, güler yüzlü bir insancılığın dile gelmesidir. Fırıldaklar döner Mavi Yolculuk’ta, renk renk uçurtmalar uçar, balonlar, bayraklar dalgalanır; denizin, toprağın sakladığı bütün varlıklar güle oynaya ortaya çıkarılıp değerlendirilir ve sevgi ile paylaşılır. Her insan tüm erdemleri ve kusurlarıyla çırılçıplak olup insanlarla birlikte ve öbür insanlar için topluluk içinde yaşar ve çalışır; türküler çınlar, sazlar çalınır, oyunlar oynanır, sabahın dördünde kalkıp gecelere kadar çalışılır ve köyler, koylar, limanlar, kalıntılar gezilir; bir de anıtlar dikilir, çimentoyla su karılır, bir anı bir süs bırakılır her yıl bir koya ve yıllar yılı bu anıtların ne durumda olduğu gidip görülür. O ne cümbüş, o ne sevinçtir; Şehir Adası'ndaki Eller Anıtı'nı, Taşyaka Koyu’ndaki uçurtma mozayiğini seneler sonra sapasağlam görmek!
Bu yaşantıyla on günlük bir yolculukta mutlu yolcu olabilen, Mavi Yolcu olur ömrünün sonuna dek; olamayanı da kendiliğinden silip atar Mavi Yolculuk. Mavi Yolculuğun özü budur...
Azra ERHAT 1969...
Mavi Gezi bir ağaçtır dalları deniz
Mavi Gezi hep yapıldı, hep çıkıldı Mavi Yolculuğa. Neden? Alsın söylesin Bedros Reis:
“Mavi Gezi bir bebektir
Beşiği deniz
Dişleri deniz
Gözleri deniz.”
“Mavi Gezi bir rüyadır görülmemiş
Mavi Gezi bir kitaptır yazılmamış
Mavi Gezi bir masaldır söylenmemiş.”
Mavi Gezi buydu işte. Görülmemiş rüyayı görülmüş kılmak, yazılmamış kitabı yazılmış kılmak, söylenmemiş masalı söylenmiş kılmak. Doğaya karışmak derler ya; Mavi Gezi hem doğaya, hem insana karışmaktır...
Mavi Anadolu, Azra Erhat, İnkılap Kitabevi, 1997.
(Renkli Fotoğraflar: Alper Ünver)
3. gün sabah erkenden yola koyulduk, küçük 18 beygir Yanmar motoru ile aloamiz milleri yutmaya başlamıştı bile. Bu halde İblis Burmu kavanço edildi, Yedi Burun’lar bordalandı ve ikindi saatlerinde özel koruma bölgesi olan Patara (Ovagelemiş) kumsalını oluşturan aynı zamanda Muğla'nın doğal sınırı olan Eşen Çayı azmağının açıklarına gelindi. Burada arkadan çektiğimiz kaşığımıza atlayan ve sonradan adının ‘Tral’ ya da ‘Çıplak’ olduğunu öğrendiğimiz latince adı Caranx Crysos olan Akdenize has bir balıktan yakaladık ve bu mevkii göz kararı belleyerek kıyıyı tarayıp 1 saat sonra tekrar bu mevkiye döndüğümüzde 1 tane daha bu balıktan aldık. Bu andan itibaren güneşin batımakta olduğunu farkettiğimizde hala Kalkan’a 2-3 saatlik yol vardı. Akdenizde gün batışı, insan ne kadar yorgun olursa olsun üzerinde hipnoz etkisi yapar. O görüntü karşısında neden denizin ortasında olduğunuzun cevabını bir kez daha verirsiniz kendi kendinize. Doğa, bu Anadolu kıyısında, bütün gün katlanılan güneşin yakıcılığı, rüzgar ve dalgaların eklemlerinizde bıraktığı yorgunluğu bu 10 dakikalık görsel şölen ile mükafatlandırır adeta. Büyük Usta'nın dediği gibi 'insan kendini mevsimlerin sultanı sanar' böyle anlarda. İşte yine böyle bir gün batımı ardından seyir fenerleri açık tam arma yelken ve motora yol vererek saat 21:00 gibi marinaya ulaştık. Lakin Ekim ayında sezon sonu olması itibariyle Kalkan marinada küçük aloamızı koyacak yer ara ki bulasın! Seha bota atlayip mendireğe çıktı ve yer aramaya başladı. Orada yardımsever iki guletçi arkadaş bize çalıştıkları dev tekneler arasında yer açtılar, böylece biz de minik aloamizla bu iki devin arasına süzülüverdik. Saat 10 itibariyle günü noktalamıştık. Artık yapılması gereken tek şey vardı o da Kalkan gecelerine kendimizi bırakmaktı.
Ertesi gün uyanınca gördüklerimiz bizi hem şaşarttı hem güldürdü. İki gulet arasındaki aloamızda kendimizi Korint Kanalı’nda gibi hissediyorduk. Sabah saat 8 gibi Kalkan’dan palamar çözüp Meis’e doğru yelken açtık, çok zayıf rüzgar ve motor ile öğleden sonra Meis limanına girdik. Limanın en dibinde lokantalar önünde demir atıp palamar verdik. Sezon içinde mutlaka lokantada çalışanlardan biri gelip yardımcı oluyor. Tepeden tırnağa bitki örtüsü ve mimarisi ile tipik bir akdeniz adası olan Osmanlı dönemindeki adıyla Megisti (Meis) yerleşim itibariyle çok küçük. Buna mukabil büyük ve yer yer derin bir limanı var. Cihan Harbi yıllarından kalma limanda dev savaş gemileri için inşa edilmiş olan azametli babalar halen mevcut.
Akdeniz melodili müzikler eşliğinde yemek yiyip bir şeyler içtiğimiz yerin işleticisi ile konuşmalarımızdan adada ahali sayısının kışın 3000-3500, yazın gelen turistlerle 5000 e çıktığını Yunan hükümetinin adada yaşayanlara doğrudan maaş bağladığını ve doğal olarak ekonominin tamamının Türkiye’den gelen turistler ve yabancı yat turizmi ile döndüğünü öğrendik. Amatör denizcilik ve yat turiziminin ne derece önemli olduğunu bir kere daha görmüş olduk. Bundan dolayı Meis’e giriş çıkışlar için Yunan vizesine gerek yok.
Akdeniz filminin müziği sanki kulaklarımızda yankılanarak liman boyunca yer yer içerilere girerek yaptığımız küçük ancak manzarası harika gezi ile adayı neredeyse tamamen dolaşmış olduk. Bunlara ek olarak diyebilirim ki Meis’te Yunan ahalisinden çok kedi ikamet etmekte. Daha önce hiç bu kadar yakın ve yabancı bir kara parçasından memleketime bakmamıştım. İnsan kendini bir tuhaf hissediyor.
Doğanın cömertliği burada da kendini hissettirmekte. Limanın tam ortasında liman ağzına bakar bir pozisyonda durduğunuzda arkanızda yükselen tepeler ve üzerindeki evler bir Roma tiyatrosunun caveası (basamaklı oturma alanı) ve halk olarak düşünülebilirse, karşınızda bir duvar gibi yükselen Anadolulu Alaca Dağ karşısında, olduğunuz yerde kendinizi su ile doldurulmuş bu Roma anfitiyatrosunun mavi orkestrasında gibi hissediyorsunuz.Sezon sonu olmasına rağmen Meis, 16. YY Akdeniz'inde nam yapmış bir korsan adası olan, Turgut Reisin de üs olarak kullandığı, Tunus açıklarındaki Cerbe Ada'sı gibi her milletten zevat ile dolu. Turistlerin çoğunluğunu Türk'ler oluşturmakta.
Tüm dükkanlar dahil olmak üzere Duty Free dükkanından alışveriş için avro gerekli ve fakat yemek içmek için, yani lokantalarda Türk Lira'sı da kullanılabiliyor. Fiyatlar çok yüksek olmamakla birlikte bunda sezon sonu olmasının da etkileri olmalı diye düşündük. Mesela lokantadan aldığımız avrolar ile 3 kişilik ekibe bir de 10 avroluk büyük şişe bir Metaxa (bir çeşit kanyak) dahil ettik. Akşam üzeri manzarası hariç her yönden mütevazi bir sofrada karnımızı doyurup, gün batımına yakın saatlerde demiri vira edip geri dönüş yoluna koyulduk.
Gün batarken aksam saatlerinde çıkan lodos kerte günbatısı gelen imbata karşı tam arma orsalı, 220 yönünde, 36. paralele doğru dümen tuttuk. Yüzümüzü yalayan rüzgar, Balıkçının da dediği gibi Akdeniz’in dümdüz ovasında mavi mavi yayılarak önce yelkenlerimizi dolduruyor bize yol verdikten sonra da yine kızıl-griye çalan uygarlıklar denizinde yoluna devam ediyordu. Kalın giysiler içinde seyir fenerleri açık olduğu halde 50 metre üzeri tiçaret gemilerinin arasında çatışmalardan kaçınarak ve bazılarıyla işaretleşerek, ay ışığından mahrum, 36. enleme kadar yükseldik. Ardından tremolalar ile biraz daha yükselmek istedik ancak tam kerte günbatısına dirise eden ve şiddetini arttıran rüzgar rota üzerindeki hızımızı çok kesti. Başlarda rüzgarı iskele kontraya alınca 10 yönünde doğuya dogru yol alabiliyorduk. Bu halde kah cenoaya camadan vurarak kah cenoayı tamamen kapatıp, ana yelken ile motora yol vererek ışıksız gecede fenerleri saymaya başladık. Önce Kalkan açıklarındaki Çatalada Feneri geldi ilerleyen saatlerde Ovagelemiş (Patara) açıklarında iken rüzgar dirise edip önce sancak baş omuzluktan sonra kemere hattından esmeye başladı saat gece 03-04 gibi bir ara apaz seyrinde 6-6,5 knot gidiyorduk (Bu zaten 8.5 luk aloanin maksimum kütük hızıdır). Bu şekilde başta kaybettiğimiz zamanı geri kazandık ve gün ağarmasına yakın Kötü Burun fenerini bordaladık. Bu yıldızlı ve soğuk gecede geçen saatler içinde havuzlukta şarkılar, türküler, muhabbet zihinleri dinç, içimizi sıcak tutmuştu. Sabah saatlerinde kalan hava ile motora yol vermemizin ardından, saat 06:30 sularında pruvamızdan 10 mil mesafede güçlükle seçilen Dökükbaşı fenerinin görünmesi ile havuzluktaki törensel bir kutlama eşliğinde Metaxayı açtık. Bundan sonra günün kalanında rüzgarsız havada önce Gemiler’e girip kahvaltı ettik ardından akşamı geçirmek üzere yelkenleri hissa edip öğleden sonra 3-4 gibi Port Göcek’e palamar verdik.
Ertesi gün o yorgunluğun üzerine kalan iki günümüzü körfezde 3-4 rüzgarda balon yelken antrenmanları yaparak geçirdik. Bu arada daha önceden de bir defa gecelediğimiz Manastır koyunda geceledik.
Düşük istim geçen iki günün ardından dönüş günü hala bütün eklemlerimizde 36 saatlik seyrin yorgunluğunu hissediyorduk. Port Göcek'te Hasan Kaptan ve ekibine teşekkürlerimizle tekneyi teslim edip vedalaştık ve ardından yüreklerimizde denizden uzaklaştıkça kabaran bir sevda ve kulaklarımızda mavi yeşil bir türkü ile Ankara yollarına koyulduk...
(Fotoğraflar: Alper Ünver)