8 Eylül 2008 Pazartesi

Alvin ile okyanusun derinliklerine yolculuk

(Kismetse ODTULU dergisinde yayinlanacak olan yazimi biraz degistirerek buraya da koyayim dedim... )

1977’de sualtı araştırma aracı Alvin ile Pasifik okyanusunun batısındaki Galapagos sırtında deniz tabanını araştıran bilimadamları, ilk kez denizin kilometrelerce derinliklerinde sıcak su çıkışlarına ve bunların etrafında yaşayan canlılara tanık oldular. İlerleyen yıllarda okyanus sırtlarında bunu izleyen ilgili keşifler, okyanusların kimyasal bütçesi ile ilgili varolan paradigmayı değiştirdiği gibi; okyanus tabanı oluşumu, ekstrem koşullarda yaşayan egzotik canlılar ve hatta hayatın başlangıcı ile ilgili yeni teorilerin ortaya çıkmasına katkıda bulundu. Benim de ABD’de hala devam eden doktoram sırasında bu araştırmalara katılma şansım oldu. 



Yerkürenin kabuğunu oluşturan levhaların birbirinden ayrıldığı ya da çarpıştığı bölgelerdeki yoğun volkanik aktivite sonucu sıcak (100-400 °C) ve kimyasal kompozisyonu cok farklı (oksijen içermeyen, indirgenmiş) su çıkışının olduğu bu bölgeler henüz yeni keşfediliyor ve her geçen gün bu proseslerin okyanus biyojeokimyası için ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor.  Ayrıca, mutlak karanlığın ve yüksek basıncın hakim oldugu bu bölgeler, çok zengin bir biyolojik çeşitlilik gösteriyor. Benim de bu bölgelerden birine, Doğu Pasifik Sırtı diye geçen bölgeye düzenlenen araştırma seferlerine 2007 Ocak ve 2008 Haziran’da katılma şansım oldu. Bu seferlerin içeriği Alvin araştırma denizaltısıyla okyanus tabanına dalıp orada gözlemler yapmak, örnekler toplamak, resim ve hareketli görüntü kaydetmek olarak özetlenebilir. Şu ana kadar iki kere katılma şansı bulduğum bu Alvin dalışlarından, özellikle 2511 metre derinliğe indiğim ilk dalışımdan  biraz daha detaylı bahsetmek istiyorum.

10 Ocak - 5 Şubat 2007 arası, "Alvin" sualtı araştırma aracı ve onunla beraber 20 senedir dünya denizlerini arşınlayan R/V Atlantis gemisi, Doğu Pasifik'in tropik sularinda (9 50 kuzey, 104 batı) çalışmalar yaptı. Bu seferde yaklaşık 20 Alvin dalışı gerçekleşti. Bir dalış günü şöyle ilerliyor: Alvin’in ekibi güneşin doğuşu ile beraber hazırlıkları tamamlıyor ve bir pilot ve iki araştırmacıdan oluşan ekip sualtı aracının içine yerleşiyor. Bir Alvin dalışı yaklaşık 8 saat sürüyor ve bunun bir – bir buçuk saati  bizim çalıştığımız derinliklere (yaklaşık 2500 m) ulaşmakla geçiyor. Alvin üzerine takılan demir külçeler ve tanklarına doldurduğu su vasıtasıyla “düşerek” deniz tabanına ulaşıyor. Oraya varınca ağırlıklardan bir kısmı bırakılarak deniz suyuyla eşit yogunluğa ulaşan Alvin, bataryaları vasıtasıyla hareket ederek işe koyulabiliyor.

İlk dalışım için Alvin'e girdiğimde, doğrusu epey heyecanlıydım. Sabah sekizde, biraz gürültülü ve sarsıcı bir on dakikadan sonra, Alvin deniz yüzeyinde, dalışa hazır konuma geldi. Ardından etraftaki yüzücüler Alvin’i gemiye bağlayan halatı aldı ve yavaş yavaş aşağıya inmeye (daha doğrusu batmaya) başladık. Sonrası da, burada tarif edemeyeceğim bir sessizlik. Tek ses, arada sırada duyduğum radarın sesi ve telsiz konuşmalarıydı. Pilotumuz on dakikada bir gemiyle iletişime geçiyor ve bu sırada, ortalık maviden koyu maviye, koyu maviden siyaha doğru kayıyordu. Gözlem pencerelerimizden, canlıların yaydığı yakamozlar görülüyordu yani bu derinliklerde bile yaşam mücadelesi devam etmekte. Bu doğa olayını Halikarnas Balıkçısı en güzel şekilde tanımlamış: yaşamın şafak ve seheri". Okyanusun ne denli yaşam dolu olduğuna gözlerimle tanık olurken zaman çabucak geçti ve  pilotumuz okyanus tabanına yaklaştığımızı ve kendi pencerelerimizden dikkatli bir biçimde dışarı bakıp ona yardımcı olmamız gerektiğini belirtti. Derken, yaklaşık saat ona doğru, Alvinin türlü ışıkları açıldı ve karşımızda tüm görkemiyle, camlaşmış lavdan oluşan, taze ve yeni okyanus tabanını gördük.  Bu noktada, müthiş bir fotoğraflama, belgeleme ve ölçme furyası başladı ve dalış planındaki işlerimizi yaparken, Alvin’in  mp3 oynatıcısındaki seçme müzik parçalarının da keyfini çıkardık.

Saat üçbuçuğa doğru, işlerimizi bitirip  ‘yukarıya’ sonuç raporumuzu verdik. Pilotumuz ağırlıkları bıraktı, ve yükseliş başladı. Deniz tabanı yavaş yavaş gözden kayboldu ve hepimizin üzerine de hafif bir yorgunluk çöktü.  Dalışın sonlarına doğru hafif bir başağrısı hissetmek mümkün zira Alvin’in içindeki CO2 konsantrasyonu atmosferden daha yüksek. Yaklaşık yarım saat sonra, ortalık tekrar aydınlanmaya başladı ve mavinin sonsuz tonu da tekrar bize merhaba dedi. Ve tekrar güneş, gökyüzü, dalgalar: deniz yüzeyine ulaştık. Alvin’i gemiye çektiler, dışarı çıktık  ve gemideki herkesin tebrikleri sürerken, sürpriz: üstüme iki kova buz - su karışımı döküldü! Bu Alvin ile ilk kez dalan herkesin başına gelen bir şey, bir nevi klübe hoşgeldin armağanı...

Peki hidrotermal kaynaklar etrafında, mutlak karanlık ve yüksek basınçlarda nasıl oluyor da canlı hayatı mümkün olabiliyor? Gezegenimizin yüzeyindeki canlı yaşamı güneşin sağladığı enerji sayesinde mümkün olabiliyorken, okyanus tabanında bu enerji hidrotermal kaynakların sağladığı indirgenmiş kimyasallardan (hidrojen sülfür gibi) ve yüksek sıcaklıklardan geliyor. Bunları kullanarak inorganik karbonu organik karbona çeviren (yani kemosentez yapan) bakteriler, içinde tüp solucanları, yengeçler, midyeler ve balıklar bulunan besin ağının temelini oluşturuyor.  Hidrotermal kaynak suları 300 °C’ye  yaklaşırken, bu saydığım canlılar (hipertermofilik bakteriler hariç) genellikle sıcak suların yaklaşık 2 °C deniz suyuyla karıştığı bölgeleri tercih ediyor. Böylece hem yanmaktan korunup hem de hidrotermal kaynakların sağladığı kimyasallara erişim olanakları bulunuyor.  Tüp solucanları ve midyeler vücutlarının içinde bulunan kemosentetik bakteriler ile simbiyotik ilişki halinde: bakterilere kemosentez için gereken bileşenleri sağlayan bu heterotrof canlılar, onların ürettiği organik karbon üzerinden yaşıyorlar. Bu canlıların gezegenimizin bu uzak ortamlarını nasıl kolonize edebildikleri, kemosentez temelli besin ağının nasıl işlediğinin detayları ve hidrotermal kaynak ekosistemlerinin global karbon döngüsüne katkıları şu sıralar popüler olan araştırma alanları.

Bu anlattığım araştırmalar pek çok konuda bize bazı cevaplar veriyor ama ondan daha çok yeni soruların ortaya çıkmasına vesile oluyor. Bu yeni sorularla beraber deniz araştırmaları her geçen gün daha kritik hale geliyor. Deniz tabanı araştırmaları yanında, kıyısal denizin artan nüfus baskısı karşısında geçirdiği değişimler gibi bölgesel ölçekli sorunlardan, gezegen yüzeyinin üçte ikisini kaplayan okyanusların iklime etkisi gibi büyük ölçekli bilimsel problemler,  deniz çalışmalarını dünyada giderek daha popüler yapıyor ve gelişmiş ülkeler bu alana gittikçe daha fazla kaynak ayırıyor. Bir yandan da bu çalışmalarda kullanılan araçlar giderek daha karmaşık ve pahalı hale geliyor. Önümüzdeki yıllarda ülkemizin de bu alana verdiği önemi arttırmasını ve daha fazla arastirmacinin bu alana yonelmesini diliyorum.