8 Eylül 2008 Pazartesi

Alvin ile okyanusun derinliklerine yolculuk

(Kismetse ODTULU dergisinde yayinlanacak olan yazimi biraz degistirerek buraya da koyayim dedim... )

1977’de sualtı araştırma aracı Alvin ile Pasifik okyanusunun batısındaki Galapagos sırtında deniz tabanını araştıran bilimadamları, ilk kez denizin kilometrelerce derinliklerinde sıcak su çıkışlarına ve bunların etrafında yaşayan canlılara tanık oldular. İlerleyen yıllarda okyanus sırtlarında bunu izleyen ilgili keşifler, okyanusların kimyasal bütçesi ile ilgili varolan paradigmayı değiştirdiği gibi; okyanus tabanı oluşumu, ekstrem koşullarda yaşayan egzotik canlılar ve hatta hayatın başlangıcı ile ilgili yeni teorilerin ortaya çıkmasına katkıda bulundu. Benim de ABD’de hala devam eden doktoram sırasında bu araştırmalara katılma şansım oldu. 



Yerkürenin kabuğunu oluşturan levhaların birbirinden ayrıldığı ya da çarpıştığı bölgelerdeki yoğun volkanik aktivite sonucu sıcak (100-400 °C) ve kimyasal kompozisyonu cok farklı (oksijen içermeyen, indirgenmiş) su çıkışının olduğu bu bölgeler henüz yeni keşfediliyor ve her geçen gün bu proseslerin okyanus biyojeokimyası için ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor.  Ayrıca, mutlak karanlığın ve yüksek basıncın hakim oldugu bu bölgeler, çok zengin bir biyolojik çeşitlilik gösteriyor. Benim de bu bölgelerden birine, Doğu Pasifik Sırtı diye geçen bölgeye düzenlenen araştırma seferlerine 2007 Ocak ve 2008 Haziran’da katılma şansım oldu. Bu seferlerin içeriği Alvin araştırma denizaltısıyla okyanus tabanına dalıp orada gözlemler yapmak, örnekler toplamak, resim ve hareketli görüntü kaydetmek olarak özetlenebilir. Şu ana kadar iki kere katılma şansı bulduğum bu Alvin dalışlarından, özellikle 2511 metre derinliğe indiğim ilk dalışımdan  biraz daha detaylı bahsetmek istiyorum.

10 Ocak - 5 Şubat 2007 arası, "Alvin" sualtı araştırma aracı ve onunla beraber 20 senedir dünya denizlerini arşınlayan R/V Atlantis gemisi, Doğu Pasifik'in tropik sularinda (9 50 kuzey, 104 batı) çalışmalar yaptı. Bu seferde yaklaşık 20 Alvin dalışı gerçekleşti. Bir dalış günü şöyle ilerliyor: Alvin’in ekibi güneşin doğuşu ile beraber hazırlıkları tamamlıyor ve bir pilot ve iki araştırmacıdan oluşan ekip sualtı aracının içine yerleşiyor. Bir Alvin dalışı yaklaşık 8 saat sürüyor ve bunun bir – bir buçuk saati  bizim çalıştığımız derinliklere (yaklaşık 2500 m) ulaşmakla geçiyor. Alvin üzerine takılan demir külçeler ve tanklarına doldurduğu su vasıtasıyla “düşerek” deniz tabanına ulaşıyor. Oraya varınca ağırlıklardan bir kısmı bırakılarak deniz suyuyla eşit yogunluğa ulaşan Alvin, bataryaları vasıtasıyla hareket ederek işe koyulabiliyor.

İlk dalışım için Alvin'e girdiğimde, doğrusu epey heyecanlıydım. Sabah sekizde, biraz gürültülü ve sarsıcı bir on dakikadan sonra, Alvin deniz yüzeyinde, dalışa hazır konuma geldi. Ardından etraftaki yüzücüler Alvin’i gemiye bağlayan halatı aldı ve yavaş yavaş aşağıya inmeye (daha doğrusu batmaya) başladık. Sonrası da, burada tarif edemeyeceğim bir sessizlik. Tek ses, arada sırada duyduğum radarın sesi ve telsiz konuşmalarıydı. Pilotumuz on dakikada bir gemiyle iletişime geçiyor ve bu sırada, ortalık maviden koyu maviye, koyu maviden siyaha doğru kayıyordu. Gözlem pencerelerimizden, canlıların yaydığı yakamozlar görülüyordu yani bu derinliklerde bile yaşam mücadelesi devam etmekte. Bu doğa olayını Halikarnas Balıkçısı en güzel şekilde tanımlamış: yaşamın şafak ve seheri". Okyanusun ne denli yaşam dolu olduğuna gözlerimle tanık olurken zaman çabucak geçti ve  pilotumuz okyanus tabanına yaklaştığımızı ve kendi pencerelerimizden dikkatli bir biçimde dışarı bakıp ona yardımcı olmamız gerektiğini belirtti. Derken, yaklaşık saat ona doğru, Alvinin türlü ışıkları açıldı ve karşımızda tüm görkemiyle, camlaşmış lavdan oluşan, taze ve yeni okyanus tabanını gördük.  Bu noktada, müthiş bir fotoğraflama, belgeleme ve ölçme furyası başladı ve dalış planındaki işlerimizi yaparken, Alvin’in  mp3 oynatıcısındaki seçme müzik parçalarının da keyfini çıkardık.

Saat üçbuçuğa doğru, işlerimizi bitirip  ‘yukarıya’ sonuç raporumuzu verdik. Pilotumuz ağırlıkları bıraktı, ve yükseliş başladı. Deniz tabanı yavaş yavaş gözden kayboldu ve hepimizin üzerine de hafif bir yorgunluk çöktü.  Dalışın sonlarına doğru hafif bir başağrısı hissetmek mümkün zira Alvin’in içindeki CO2 konsantrasyonu atmosferden daha yüksek. Yaklaşık yarım saat sonra, ortalık tekrar aydınlanmaya başladı ve mavinin sonsuz tonu da tekrar bize merhaba dedi. Ve tekrar güneş, gökyüzü, dalgalar: deniz yüzeyine ulaştık. Alvin’i gemiye çektiler, dışarı çıktık  ve gemideki herkesin tebrikleri sürerken, sürpriz: üstüme iki kova buz - su karışımı döküldü! Bu Alvin ile ilk kez dalan herkesin başına gelen bir şey, bir nevi klübe hoşgeldin armağanı...

Peki hidrotermal kaynaklar etrafında, mutlak karanlık ve yüksek basınçlarda nasıl oluyor da canlı hayatı mümkün olabiliyor? Gezegenimizin yüzeyindeki canlı yaşamı güneşin sağladığı enerji sayesinde mümkün olabiliyorken, okyanus tabanında bu enerji hidrotermal kaynakların sağladığı indirgenmiş kimyasallardan (hidrojen sülfür gibi) ve yüksek sıcaklıklardan geliyor. Bunları kullanarak inorganik karbonu organik karbona çeviren (yani kemosentez yapan) bakteriler, içinde tüp solucanları, yengeçler, midyeler ve balıklar bulunan besin ağının temelini oluşturuyor.  Hidrotermal kaynak suları 300 °C’ye  yaklaşırken, bu saydığım canlılar (hipertermofilik bakteriler hariç) genellikle sıcak suların yaklaşık 2 °C deniz suyuyla karıştığı bölgeleri tercih ediyor. Böylece hem yanmaktan korunup hem de hidrotermal kaynakların sağladığı kimyasallara erişim olanakları bulunuyor.  Tüp solucanları ve midyeler vücutlarının içinde bulunan kemosentetik bakteriler ile simbiyotik ilişki halinde: bakterilere kemosentez için gereken bileşenleri sağlayan bu heterotrof canlılar, onların ürettiği organik karbon üzerinden yaşıyorlar. Bu canlıların gezegenimizin bu uzak ortamlarını nasıl kolonize edebildikleri, kemosentez temelli besin ağının nasıl işlediğinin detayları ve hidrotermal kaynak ekosistemlerinin global karbon döngüsüne katkıları şu sıralar popüler olan araştırma alanları.

Bu anlattığım araştırmalar pek çok konuda bize bazı cevaplar veriyor ama ondan daha çok yeni soruların ortaya çıkmasına vesile oluyor. Bu yeni sorularla beraber deniz araştırmaları her geçen gün daha kritik hale geliyor. Deniz tabanı araştırmaları yanında, kıyısal denizin artan nüfus baskısı karşısında geçirdiği değişimler gibi bölgesel ölçekli sorunlardan, gezegen yüzeyinin üçte ikisini kaplayan okyanusların iklime etkisi gibi büyük ölçekli bilimsel problemler,  deniz çalışmalarını dünyada giderek daha popüler yapıyor ve gelişmiş ülkeler bu alana gittikçe daha fazla kaynak ayırıyor. Bir yandan da bu çalışmalarda kullanılan araçlar giderek daha karmaşık ve pahalı hale geliyor. Önümüzdeki yıllarda ülkemizin de bu alana verdiği önemi arttırmasını ve daha fazla arastirmacinin bu alana yonelmesini diliyorum. 

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Kasırga

Tekrar Derek Lundy'nin Tanrı'nın Terk Ettiği Deniz kitabından alıntı (Çeviri: Hülya Leigh). Bu arada yasal bir suç işemiyorumdur umarım böyle alıntı alıntı gidiyoruz ama :)

Bullimore
Exide Challenger teknesinde yarışan Tony Bullimore birdenbire şiddetli bir gürültü duydu. Karbon-fiber salma denizin bitmez tükenmez hareketlerinden yorulmuş ve birdenbire kopup okyanusun derinliklerine doğru kaymaya başlamıştı. 4.5 tonluk salmadan kurtulan tekne, üst kısmı ağır gelince inanılmaz bir hızla alabora oldu…. Alabora’dan az önce 57 yaşındaki Bullimore kamarasında bir kenara dayanmış, bir yandan sallanan ocağında ısıtmayı becerdiği çayını yudumluyor, bir yandan da sarma sigarasını tüttürüyordu. Tekne yuvarlanınca o da aynı hızla döndü ve kendini teknenin tabanı yerine tavanında buldu… Kamara pencerelerinden içeri giren su ayaklarının altında akan bir nehir gibiydi. Teknenin iki direği ve çarmıhları arasından 70 knot hızla geçen rüzgarın gürültüsü artık yoktu, hatta teknede inanılmaz bir sessizlik hakimdi. Çay bardağı kaybolmuştu ama sigarası hala elindeydi. Tavanda ayağa kalkıp sigarasından bir iki duman daha çekti ve durumu gözden geçirmeye başladı. Yapabileceğim fazla bir şey yok diye düşündü. Kısaca nasıl hayatta kalabileceğini planlaması gerekiyordu. Dışarıdaki dünyaya bir şekilde EPIRB sinyali göndermeli idi. Gövdede delik açıp vericiyi dışarı çıkarmak için kendi aletlerini kullanmalıydı belki de. Bu sırada su altındaki çalkantı ile savrulan ağır bumba büyük bir şiddetle çarptığı pencerelerden birini patlattı. Kamara hızlı bir şekilde sıfır dereceye yakın su ile dolmuştu ve yukarıda birkaç feet’lik bir hava boşluğu kalmıştı. Üşümeye başlayan Bullimore, hayatta kalma giysisini giyip, birkaç çukulata ve su poşetini yanına aldı. Artık EPIRB için gövdeyi kesmesine gerek yoktu, bumba bu işi onun için yapmıştı. Suya dalıp vericiyi kırılan camdan dışarı doğru itti, ne var ki dışarıdaki parçalanmış arma karmaşasında takılıp kalıp yüzeye ulaşmaması da mümkündü, yani Bullimore yardım sinyallerinin gidip gitmediğini bilmiyordu... Tekne batarsa hayatta kalabilmek için can salına ulaşması gerekiyordu, birkaç kere dalıp çıkarmayı denedi. Ama can salı kendi kaldırma kuvvetinin de etkisiyle olduğu yere çakılmıştı. Son dalışta gelen dalganın etkisiyle kaporta kapağı elinin üzerine kapandı ve sol elinin işaret parmağını alt ekleminden koparttı. Kanama buz gibi suda kısa sürede durdu ve soğuk dayanılmaz acıyı uyuşturdu… Bullimore yeni tavana yakın hala kuru bir bölmeye sığında ama sular yükseliyordu. Yorgun ve üşümüş bir vaziyette kurtulmak için tek umudunun Avusturalyalılar olduğu düşündü ama onların gelmesi de 4-5 günü alırdı, tabi o da EPIRB sinyalleri gidiyorsa..

Kasırga
Bofor cetveline göre 12 şiddetinde rüzgar olan kasırga (orkan) oluştuğu zaman rüzgar 65-70 mil hızla eser. Yetişkin bir insanın 70 mille esen bir rüzgara karşı yürümesi çok güçtür, eğer yüzü rüzgara dönük ise nefes alması da. Denizde ise bu hızda rüzgarın uçurduğu suyun hızı acı vericidir ve korumasız gözlere zarar verir. Denizciler çoğunlukla yüzlerine dalgıç maskesi takarlar, güvertede tutunarak ve emekleyerek ilerlerler. Bu rüzgarda oluşan dalgalar 5 katlı bazen de 8 katlı bina yüksekliğinde olur. Dalgaboyu ile orantılı olan dalga hızı okyanusun geniş aralıklı dalgaları için 35-40 knotu bulabilir.
1996’da Vendée Globe’da aynı gün alabora olan iki teknenin içinde bulunduğu durumu anlamak için, eğer denizci değilseniz, ardarda üstünüze doğru 40 mil hızla gelen, kenarları değişik açılarda eğimli, aralarında daha ufakları da bulunan beş altı katlı binaları hayal edin, arada bir de bu binaların en üst bir iki katının üzerinize yıkıldığını!

22 Ağustos 2008 Cuma

Güney Okyanusu ve Vendée Globe

Derek Lundy tarafından yazılmış Tanrı’nın Terk Ettiği Deniz adlı kitabı okuyorum. Tek başına yelkenle durmadan dünya dolaşma yarışı olan Vendée Globe üzerine kitap. Hoş bir anlatımı da var, teatral bir belgesel gibi. Parça parça alıntılar yapmak istiyorum:

Güney Okyanusu
Pasifik okyanusu, Hint okyanusu ve Atlantik okyanusunun uç kısımlarını içeren bu sular resmi kayıtlarda 40 derecenin altı diye geçer. Denizci dilinde ise Kükreyen Kırklar, Öfkeli Elliler ve Çığlık Atan Altmışlar olarak adlandırılan enlemleri içerir. Bugüne kadar resmi olarak kaydedilmiş en yüksek dalga (40 metre) da bu enlemlerde oluşmuştur. … Buz dağları ve tepesi su seviyesi ile aynı yükseklikte olan buz kütleleri bu buz gibi sularda dolanır durur. Kabasorta yelkenli gemilerdeki denizciler Güney Okyanusunun Cape Burnu’na (Cape Horn) kadar olan kısmına ölü adamın yolu derlerdi….. Dünyada bir kara parçasıdan en uzak nokta Güney okyanusundadır (aynı zamanda Güney Pasifik). Bazı denizciler Güney Okyanusunun bir kısmını delik diye adlandırırlar. Uzun mesafeli uçaklar için dahi, eğer karaya dönemyi düşünüyorlarsa bu ulaşılmaz bir bölgedir…. Yarışmacıları Güney Okyanusunun kalbinden geçiren iki adet tek başına yelkenle dünya turu yarışı vardır. 4 ayaktan oluşan ve aralarda yardım alınabilen Around Alone, ve hiç durmaksızın hiç yardım almaksızın yarışılan Vendée Globe. Kuralları son derce basit olan bu yarış, denizcinin en ulaşılmaz sınırları zorlama hırsı sonucu doğmuştur. O yüzden daha kısa yarışlarda görülen karışık engeller ve gizli saklı köşede kalmış kurallara gerek yoktur. Bir insan bir tekne ve ilk gelen kazanır.

Horn Burnu (Cape Horn)
57 derece enleminde Güney Amerika’nın en güney ucunda olan Horn Burnu Antarktika’dan sadece 600 mil uzaklıktadır. Onun etrafında dolaşabilmek için tekneler güney okyanusunun daha da derinlerine inmek zorundadır. Dünya etrafında dizginlenmeden koşan Güney Okyanusu rüzgarı ve dalgaları bu geçide geldiğinde daha da güçlenir ve iyice öfkelenirler.
Güney Okyanusunda yapılan seyir ve yarışlarda Horn Burnu’nun psikolojik bir önemi vardır. Acıyı zorluğu ve hatta ölümü simgeler. Eski zamanlarda yelkenli teknelerin bu burnu aşmak için çok uzun zaman harcadıkları olmustur. Bounty gemisi Horn’u doğudan batıya doğru geçmek için 29 gün rüzgar ve dalgalarla boğuşmuş, sonunda pes edip geri dönmüştür. 1836’da başka bir gemi güya kolay yön olan doğudan batıya geçebilmek için iki hafta fırtınalarla boğuşmuştur. 1905’te Avrupa’dan Amerika’nın batı yakasına Horn Burnu’ndan geçerek gitmeye çalışan 130 yelkenli gemiden sadece 52 tanesi gidecekleri limana tek parça halinde ulaşabilmiştir.
Tek başına seyir yapmanın atalarından Bernard Moitessier şöyle yazıyor: “Denizcinin coğrafyası ile burnu burun enlemi enlem diye bilen haritacının coğrafyası hiçbir zaman aynı şey değildir. Denizci için haşmetli bir burun hem son derece basittir hem de olağanüstü karışık, kayalar, akıntılar, kırılan dalgalar, kocaman denizler, ılıman rüzgarlar ve fırtınalar, sevinçler ve korkular, hayaller, sızlayan eller, boş mideler, harika anlar ve ızdırap çekişlerin hepsini içerir”.

6 Temmuz 2008 Pazar

50 knot’u aşmak

Denizde yelkenle hız rekoru kırmak üzere geliştirilmiş bir tekneyi tanıştırmak istiyorum size: l’Hydroptère.



Fransız-İsviçreli bir ekibin suya indirdikleri bir trimaran.
http://www.hydroptere.com/_en/
adresinde ayrıntılı bilgiler, fotoğraflar ve videolar mevcut. Özellikle videolar çok etkileyici bence. Video arşivi fransızca sayfada daha geniş, burdan izleyin
http://www.hydroptere.com/galerie-videos-hydroptere.html#centre

İki çeşit anlık hız rekoru olduğunu öğrendim.
- Bir deniz mili boyunca ortalama hız. Bu şu anda 41.69 knots ile l’Hydroptere’e ait
- 500 metre boyunca ortalama hız. l’Hydroptere şu ana kadar 44.81 knots yapmış benim anladığım. Rekor ise 49.09 ile başka birisine ait. Dolayısıyla ekibin hedefi bu kategoride 50 knot!
Benim dikkat çekmek istediğim nokta ise bu işin dünyayı yelkenle dolaşma gibi insan vücudunun limitlerini değil teknolojinin limitlerini zorlayan bir iş olması. Ekip aynı zamanda şirket ve Avrupa’nın en iyi üniversitelerinden biri olan EPFL’nin aşağıdaki labları ile ortak çalışıyorlar.
The LTC: Composites and Polymer Technology Lab
The LIN: Digital Engineering Lab
The CVLab: Computer Vision Lab
The LMAF: Applied Mechanics and Reliability Analysis Lab
The LMH: Hydraulic Machines’ Lab
Açıkçası kıskandım da. CVLab, benim araştırma konumda araştırmalar yapan bir lab. Tam olarak bu projede ne yapıyorlar bilmiyorum ama bulaşmış olmak isterdim. Komposit ve Polimer labı da aramızdan bazılarına yakın gelecektir eminim :)
Gelişmiş lab aletleriyle gerek fiziksel gerek bilgisayar simulasyonu yaparak çalışıyorlar.
Tekne de bir yattan ziyade bir makine. Donanım üzerindeki yük, stres, moment, yer değiştirme, ivmelenme sürekli olarak izleniyor, yerleştirilmiş alıcılar sayesinde. Yani yükün fazla geldiğini direk kırıldıktan sonra veya ipler koptuktan sonra anlamıyorlar :) Tabi projenin anormal bir bütçesi olduğunu tahmin etmek de zor degil.
49 knotla veya 50 knotle gitmişsin ne olacak, o değil tabi önemli olan. Ama teknoloji bu hırsla ilerliyor. İnsan dogayı anlamak ve sonra da ona galip gelmek için çalışıyor. Her ne kadar bilim adamının veya mühendisin kafasında/hırsında bu işin insanlığa nasıl doğrudan bir faydası olacağı endişesi yok ise de, geliştirilen teknoloji günün birinde muhakkak insanlığa/insan hayatına yarıyor.

3 Mart 2008 Pazartesi

Sadun Boro Bursa'yı onurlandırmış

Bana e-posta ile gelen haberi aşağıda veriyorum. Yine çok özlü sözler sarfetmiş Sadun Baba.
-----
Bursa Yelken Kulübü’nün geleneksel Şubat Balosu, Büyük Yıldız Otel’de gerçekleşti. Balonun bu yılki onur konuğu, 1965-1968 yılları arasında, Kısmet adlı 10,5 metrelik Türk bayraklı kotrasıyla dünyayı dolaşan, ardından çok kereler okyanuslarda yelken açan, büyük Türk denizcisi Sadun Boro oldu.
Balonun açılışında konuşan Bursa Yelken Kulübü Dr.Sürel Solakozlu, kulübün son dönem çalışmaları hakkında bilgi verdi. Amatör denizciliğin geliştirilmesi için Bursa Yelken Kulübü’nün yaptığı çalışmaları aktaran Solakozlu, 22 Mart’ta, BUSİAD toplantı salonunda yapılacak, “Amatör Denizcilik: Sorunlar ve Çözüm Önerileri” konulu panele de tüm denizseverleri davet etti.
Katılımın oldukça yüksek olduğu gecede söz alan onur konuğu Sadun Boro da, konuklara, geçmiş dönem uzun okyanus seyahatleri ile günümüz teknolojisi ile gerçekleşen modern seyahatler arasında karşılaştırma yaptı. Kendi dünya seyahati sırasında, sekstantla mevkii belirleyerek, haritada bir iğne başı kadar görünen bir adaya rota tuttuklarını, bunun ne kadar heyecan verici olduğunu anlatan Boro, günümüzde gelişen elektronik seyir yardımcıları sayesinde, artık her yere seyrin çok kolay hale geldiğini, bunun kötü bir şey olmamakla beraber, işin heyecanını da azalttığını söyledi. Yine de herkese, her fırsatta denize çıkmalarını öneren Boro, “Doğadan zevk almak gerek. Pek çok insanın 5 duyusu vardır. Çok az insanın altıncı duyusu vardır, o da doğadan zevk almaktır. İster deniz, ister dağ, isterse orman… Doğadan zevk almak, onu korumak, çok az insana nasip olmuştur. Siz burada olduğunuza göre, bu duyunuz yerinde demektir. Bunun kıymetini bilin ama değerlendirin de” dedi. Tüm dünyayı denizden dolaşmış biri olarak, yeryüzünün en güzel sahillerinin, deniz turizmine en uygun yerlerin Türkiye’de olduğunu belirten usta denizci, “Ne yazık ki bu güzel ülkeyi korumak, o güzelim sahillerin değerini bilmek için hiçbir şey yapmıyor, tam tersine, kirletmek, betonlaştırmak, mahvetmek için elimizden ne geliyorsa yapıyoruz” diye konuştu. Boro, Türkiye sularının Türkçe tek rehber kitabı olan Vira Demir’in yeni baskısı için, körfezimizdeki limanları da tek tek dolaşarak son halleri ile ilgili bilgi aldı ve yeni fotoğraflarını çekti.

21 Ocak 2008 Pazartesi

Sene Sonu '07



Kurgu/duzenleme: mustafarendekar
Goruntu Isleme/yazilim destek: saygin (ferit)
Kameraman ve narrator: saygin ferit
Oyuncular(alfabetik): alper-caglar-mustafa-odysseus I-saygin-serkan-umut-yalin
muzik: Jethro Tull, Queen, Ruhi Su

Sponsor (kamera+dvd): elif-alper

== APAZLAMA FILM 2008 ==

7 Ocak 2008 Pazartesi

3. Sene Sonu Seyri (Holy Moses!)

Sene sonu seyirlerinin ucuncusu nu de gerceklestirebildik gecen ay. Yelken performansi acisindan olmasa da, renklilik ve muhabbet acisindan doyurucu oldugunu soyleyebilirim. Teknemiz, MTM yatciliktan kiraladigimiz Bavaria 49 "Odysseus I" idi. Teknenin gercek sahibi Cekoslovak bir arkadas, kendisinin bu tekneyle henuz dunya turunu tamamlamis oldugunu tekne bilgilendirmesi sirasinda ogrendik. Orjinal ekip 9 kisiden olusmaktaysa da, iki arkadasimizin son dakika mesguliyetleri sebebiyle etkinlige katilamamasi bizi uzdu. Bu uzuntu icinde, bir yandan da iki gun once birer gunluk ucak seyahatlarindan donen Caglar ve bendenizin, sabah 4:30 da indikleri Gocekte yollarini kaybedip tarlalarda camurlara batmasi da ekibe daha bir huzun verdi. Neyse ki zuladaki "Grand Marnier" kanyagi imdada yetisti ve bu buhran kolayca atlatildi. Ekibin geri kalaniyla Gocek "Sariyer Borekcisi"nde bulusuldu, kahvalti yapildi ve tekne teslim alindi.

Asagida 49 feetlik koca Odysseus (numara 1) fırışka rüzgarla hafif hafif seyretmekte. Seyir boyunca kendisini şöyle iyiden iyiye bayıltacak bir ruzgar olmadı ne yazık ki.





Burada da ilk akşam biz Soguksu Koyuna motor basmakta ve güneş de batmakta iken dümen başındaki durumu görüyoruz. Dümende Pistovzade Alper olmak üzere soldan sağa Umut, Serkan ve Saygın olarak dizilinmiştir.

Teknenin buyuklugu goren herkesi etkiliyor ister istemez. 49 feet, ya da 15.6 m uzunlugunda Odysseus I. Odysseus I ile ilk saatlerde, Gocek adasina varmadan hafif bir ruzgar (2 kuvvet gibi) yakalandi. Guneyli olan bu ruzgarla orsada 3-4 knot gibi bir hizla gun batmadan Dokukbasini donup Soguksu koyuna siginiriz dedik ve rotamizi burna verip muhabbete daldik, bir yandan da dumen elden ele geciyor, yelken trimi, cenova arabasinin yeri gibi konularda muhabbet yer yer koyulasiyor, fakat ekip hemen isi dalgaya vurup muhabbeti baska seylerle seyreltiyordu. Tam bu sirada, marinada tanistigimiz MTM den baska bir ekip, aksamustu seyirlerine bugun bizi gecmeyi amac edinmis olacaklar ki, guzel yaris armali tekneleriyle bizi gecip, geri donup sonra tekrar gectiler… Biz de kevlar yelkenlerin performansini uzulerek de olsa gormus olduk. Saatler ilerledikce gun batmadan Soguksu’ya varamiyacagimiz anlasildi ve motoru da baslatıp yola devam ettik. Soguksu’ya varinca koyun bati yakasina koltuk vermek istedikse de, yamaclardan inen ruzgar tekneyi bizim baglamayi dusundugumuz bicimde rahat birakmayacagindan bu fikirden vazgectik. Yakindaki Gemiler Adasi’nin kuzeyine, hemen antik kentin girisindeki sahildeki kayalara koltuk alip rahat bir gece gecirdik. Uzun gecede muhabbet guzel ve hafif tutuldu, biraz da erken yatildi hatirladigim kadariyla. Gece boyunca arada kalkip tekneyi control ettik zira ruzgar bir ara kuvvetlendi. Lakin sabaha yine birsey kalmadi ve biz de sabahi Gemiler adasini gezme, yuzme ve balik tutmak gibi etkinliklere ayirdik. Bu seyirde balik tutamadik, ama bir kacan balik buyuk olur hikayesi vardir ki, burada ben anlatmayacagim Alper ya da Yalin daha iyi anlatir.



Akşam havuzlukta kurulan sofrada başlayan muhabbet rüzgarın artması ve sıcaklığın düşmesi ile içeri taşındı ama hızından bir şey kaybetmedi. Alper Kaptan arada Türkler ve Deniz isimli kitaptan tebliğler okurken, "Kutsal Musa" Saygın elinde bir kadeh vokta olduğu halde Gemiler adasını gece baskınıyla ele geçirme planları yapmaktaydı. Geçirdi de netekim, ta ki gaipten (Mustafa) gelen bir LAYN ünlemesi geceyi yarıncaya kadar.



Ve sabah olduğunda gece iki saatte bir bizi yatağımızdan kaldırıp tekneyi kontrol etmeye zorlayan rüzgar kalmış, koca Odysseus masmavi bir gökyüzü altında ve berrak suların üzerinde sabah uykusunu çekmekteydi. Biz de Rendekar ve Saygın kardeşlerimizle adayı gezdik. Teknede kalanlar da insafsız balıkları misafirimiz olmaya ikna etmekle uğraşmaktaydı ama nafile yere... pek talihimiz yoktu (2 kefal ve bir izmarit disinda) balıktan yana. Onlar da denize tekrar salindilar.



Oglen yemeginden sonra bir ara esmeye karar veren hafif rüzgarla önce geniş apaz sonra pupa derken, ayıbacağı bile gittik bir süre.



Aklimizda Gocek korfezinde her zaman daha fazla ruzgar olur donesi, bogazi gectik, fakat hava iyice kaldi korfezin icinde. Belki guneyli havalara korfez daha kapali. Biz de o aksamustu Gobun’e yanasip iskeleye koltuk verdik. Bize iskelede yardimci olan beyefendinin bir sonraki sabah bayram namazina beraber gitme teklifini kibarca reddettikten sonra, ekibin bir kismi kiyida kisa bir yuruyuse cikti, kalani da balik tutmaya calisti. O gece, daha derin mevzulara, Turkiye’nin guncel problemlerine ayrildi. Gobun koyu cok guzel bir koy, ama hakim ruzgarlar cevredeki cop/bitki artiklarini bu koya yigmis.

Senede bir kere gozlemlenebilen ve Aralik ayinin son ve yine yilin en uzun gecelerine tekabul eden "Yalin'in raki icmesi" de tekne murettebatini her sene oldugu gibi heyecanlandirdi. Mitolojik gecmisi olan bu doga olayinin gerceklesmesi sene sonu seyri katilimcilarinda 2008 yilinin denizilik acisindan daha bereketli gececeginin bir gostergesi olarak kabul gormektedir. Ritueli olan o gece butun ekip raki icer ve gelecek sene icin adaklar adanir. Hatta tekne satin alma planlari bile o gece yapilir. Yani o gecenin kutsal bir onemi verdir.

Ertesi sabah Göbün'den çıkıp bir önceki gün körfeze girdiğimiz boğazdan gerisin geri Turunçpınarına doğru motor bastık. Körfezin dışına çıkınca rüzgar bu sefer kuzeyden ama yine fırışka esmeye başladı. Böylece bir süre apaz seyrinde yol aldıktan sonra hava bekleneni yaptı ve gene kaldı.

Asagidaki resimde de Turunçpınarı'nda bizim Odysseus I demirine yaslanmış keyfini çatarken görülmekte.



Oglenleyin burada takildik, denize girdik vs, ve aksamustu Gocek’e dogru pruvamizi cevirdik, yani geri donus basladi. Yalniz, marinaya erkenden girmektense neden bir denize adam dustu calismasi yapmayalim dedik ve Kizil Ada aciklarinda denize birimizi (saygin) ativerdik. Daha dogrusu Saygin zaten gonulluydu bu ise. Denize adam dusmesinden cok kisa bir sure sonra “adam” denizden toplandi ve ekip bu testten de basariyla gecmis oldu.

Altyapiya onem veren bir yelken camiyasi olarak aramiza bu sene katilan ve otoriteler tarafindan gelecegi parlak olarak gorulen Umut arkadasimiz icin de bu seyir yelkenci kaslarini daha bir gelistirme firsati buldugu bir seyir olarak not edildi.

2007 Sene Sonu Seyri fotolarına buradan ulaşabilirsiniz.

Resat Ekrem Kocu dan bir alinti...
MAYMUNLARIN IDAMI

Eski yelken ve kurek devri gemiciliginde, her gemide birkac tane talimli maymun bulunurdu. Bunlar acik denizde gemilerin direklerinin ta tepesine tirmanarak korsan gozculugu yaparlardi, gayet keskin olan gozleriyle ufukta bir gemi gordukleri zaman bagirarak haber verirler, gemiciler de bir korsan cengine hazir bulunurlardi. Istanbul’da yelken, halat, makara kurek, zift, varil, lenger, hulasa butun gemi techizat ve levaziminin satildigi yer, Galata’da iki koprubasi arasindaki sahaydi. Burada, Sokullu Mehmet Pasa Camii (Azapkapisi) civarinda da bir sira maymuncu dukkani vardi, tersane gemileri ve sair tuccar gemileri icin maymunlar burada satilirdi. III. Murad’in hocasi Abdulkerim efendi gayet mutaassib, asabi, her aklina geleni yapan, padisah uzerindeki nufuzune dayanarak hic kimseden korkmayan bir adamdi. Bir gun hocaefendi bir kitapta “maymun fuhsa alet olur’ diye bir bend okumus, asabiyetinden ates kesilmisti, hemen arkasina binlerce adam toplayarak Azapkapisi carsisina gitmis, maymuncu dukkanlarini basmis, ne kadar maymun varsa yakalatip bicare hayvanlari oradaki agaclara astirarak idam ettirmisti. Halk da pek hakli olarak bu mutaassip hocaya “maymunkes” lakabini takmisti.

Mustafa & Caglar