24 Ağustos 2007 Cuma

Bahri Muhiti Kebir, 9uncu enlemden ...

Deryalar 1-2 bofor gayet sakin, ruyet mukemmel derecede, askerin morali iyidir.
Evvelsi gun, kafirin "Alvin" dedigi tahtelbahir ile yaklasik 1800 metreyi gorup gelmisizdir. Ilk dakikalarda biraz ucuklamissak da, 300 metreden sonra ,mutlak karanlikla beraber tuhaf bir haleti ruhiye icine girip denizle bir olmususzdur. Dipteki hayati gorunce de saygiyla karsilamis, adamlari rahatsiz ettigimiz sonucuna varip durumdan utanmisizdir. Geri donuste ise suyun yavas yavas aydinlanisi ve yuzeye cikis tecrubesi apayri bir olay olmustur.

Velhasil kelam, tespitler
- Termodinamik kaideleri orada da gecerlidir.
- Deniz her yerde denizdir, hele yelkenler ruzgarla doldu mu denizlerin sultanisindir.
- Insan efendi olup, oyle ikide bir dalip cikip hayvanlari dipte rahatsiz etmemelidir.

Buralara beraber yelken basmak dilegiyle,
Bostancibasi - (infaz yakindir)

Bu maceranın yazısını Alvin - Ocak 2007 bağlantısından okuyabilir resimlerini izleyebilirsiniz.

22 Ağustos 2007 Çarşamba

Zakkum Çiçeği

Amatör denizci dostlar!

Büyük Usta Sadun Boro'nun yine bir başka usta Haldun Sevel ile bir rakı masasındaki görüntülerini veren iki tarihi videoyu alakanıza sunuyorum. Özellikle ikinci bölümdeki Kısmet'in Koca Yusuf vinci tarafından suya indrilişinin anımsatılması ile Büyük Usta'nın zihninde canlananlar gözlerinden okunuyordu. Umuyoruz ki ülkemizin amatör denizciliğinin duayeni daha çoook uzun yıllar Okluk Koyu'nda teknesi Kısmet ile mütevazi yaşamına devam eder.

Bu defa kulağının ardına yerleştirdiği küçük zakkum çiçeği ile insanlara, minimalist ve doğal yaşamın güzelliğini ve gerekliliğini kendine özgü bir naiflikle anlatmasını bilen Büyük Usta'mızı ziyaret edip elini öpmeye ne zaman gideceğiz?

Sadun Boro'yla bir akşam yemeği (1.bölüm)

Sadun Boro'yla bir akşam yemeği (2.bölüm)

19 Ağustos 2007 Pazar

Ağustos-Eylül Fırtına Takvimi

Yaz mevsimi yavaş yavaş geride kalıyor... Lakin amatör denizcilerin favori ayları olan eylül-ekim ayları yaklaşıyor. Bu bağlamda önümüzdeki dönemin fırtına takvimi ve önemli doğa olaylarını not etmekte fayda var:

18 Ağustos: Fırtına
20 Ağustos: Fırtına
21 Ağustos: Yaprakların sararması
22 Ağustos: Fırtına/Yağmur
24 Ağustos: Sam rüzgarlarının sonu
28 Ağustos: Leyleklerin gitmesi
29 Ağustos: Fırtına
31 Ağustos: Mihrican Fırtınası

2 Eylül: Fırtına (3 gün)
3 Eylül: Meyvelerin olgunlaşması
6 Eylül: Bıldırcın geçimi Fırtınası
8 Eylül: Koç ayırma zamanı
13 Eylül: Çaylak Fırtınası
19 Eylül: Fırtına
21 Eylül: Fırtına (iki gün)
24 Eylül: Kestane karası Fırtınası
28 Eylül: Ağaclarda su azalması
30 Eylül: Turna geçimi Fırtınası


10 Ağustos 2007 Cuma

...

Müsvedde ve taslaklarındaki başlıksız bir yazıdan alıntı…

Payını hak olarak tanıdıktan sonra artık “reis” unvanına layık olabilmek için gelenekten başka hiçbir haksızlığa tahammül etmeyeceklerini, tayfanın ve çalışmanın hakkına büyük bir saygı ve titizlikle göz kulak olacaklarını sanır… ve bu gece yarısından hemen sonra çıkılan tatlı işin babadan oğla geçen hak kanunlarıyla idare edildiği idealini düşünür, ortalıkta daha hiçbir aydınlığın ve sabah sisinin bulunmadığı saatlerde uyandığım zaman bu ideal mesleğe girenlerin dünya yüzünde aldıkları “balıkçı” ismine derin bir sevgi duyar, yatağın içinde ateş gibi tayfalar, reisler, namuslu kayık sahipleri ile dolu bir dünya, bir ada hayaliyle yeniden uyurdum.

O insanların sesleri gelirdi. Her şey şairane idi. Üstünden daha sisi kalkmamış, tüter gibi deniz. Pırıl pırıl, başı kıvrık, havaya kalkmış, yine baş tarafına mavi zemin üstüne yaldızla yapılmış Picasso balığı ve Picasso çiçekli kayık, bilekleri boğa başı bükecekmiş gibi kalın ve tüylü hamlacılar *, kıçta ağarmış kasketinden lif lif ağarmış saçları fırlamış reis. Mantarları ve taşları intizamla dizilmiş, güneşte esmerleşmiş insan derisi ağlar…

Yüzlerce uyuz kedinin kıyıda beklediği ve köylerin balıkçı sevincinden anladığı ılık bir kış sabahı idi. Kayık yanaşınca buluttan sıyrılan parlak bir güneş lebalep sardalya dolu kayığı, ellerine, saçlarına ve çizmelerine pul yapışmış kürekçileri bir aydınlanış aydınlattı. İri, sıhhatli insanlardı çoğu. İçlerindeki iki Kürt çocuğu bile gülen dişleriyle hiç olmazsa sıhhatte idiler. “Şemşir-i hücum” isimli motor da kayığın ta yanına yanaştı. Büyük kepçelerle motora aktarma edilen sardalyayı ağlardan kurtarmaya çalışan insanlar şakalaşıyorlar, gülüşüyorlardı.

Ağın haline diyecek yoktu. Hemen her deliğinden bir sardalya kafası fırlamış, gümüş tenleri yaprak yaprak titriyordu.

― Vay anasını! Dedim içimden, güzel iş balıkçılık.

Bir Heybelili Rum vardı. Elli yaşlarında. Çıplak kafasından, alelade boyu ve posundan umulmayan bir ustalık, maharet ve çalışkanlıkla çalışıyordu.

Herifi hayranlıkla seyrettim. Çalıştıkça gelişti. Çalıştıkça heykel hali aldı. Bir ara baktım ki Zös’ün (Zeus’un) bir ölümlü köylü kızla macerasından doğmuş bir yarım tanrıdır. Onda birçok şeyler silinivermişti. Biz ölümlülerin çocukları ihtiyarlar, çirkinler, tembelleşir, sersemleşir, şu olur, bu olurduk. O birdenbire elli yaşını atıverdi üstünden. Çalıştıkça pazuları şişti. Kış güneşine karşı gömleğini de çıkarmış, bir atlet fanilası ile kalmıştı. Saçı dökülmüş, elli yaşındaki insan kafası bu adalenin kudreti ve çalışma denilen şeyin sevgisi ile yaş denilen insan hükmünü bir kalemde silivermişti. Şimdi o saçı dökülmüş kafası, geniş ve çizgili alnı, tıraşı uzamış ve rengi az buçuk atmış yüzüyle yaş mevhumunu insanlığından ceketi ve gömleği gibi sıyırmıştı. Böyle, bu minval üzere bin sene yaşayabilirdi. Dökülmüş saç, elli yaş sanki bir çocukluk yaşı idi daha. Sanki şimdi daha birkaç senedir çalışmanın zevkli şey olduğunu, insanı bambaşka ettiğini anlamıştı.

Sait Faik Abasıyanık
Büyüyen Eller, Sayfa 135-37, YKY, İstanbul – 2007.
Sait Faik Müzesi Arşivi No:68

* Şemşir: Pers’çe kılıç anlamındadır. Eğimi 15-30 derece arası değişen bir tür süvari kılıcıdır. Türkiye’de (yatağan), Mughal’da (talwar), Arabistan’da (saif) akrabaları vardı. Bu kılıçların tümü de bir Türk-Moğol süvari kılıcından geliştirilmişti.
* lebalep: Ağzına kadar, hınca hınç dolu.
* hamlacı: Kürekli teknelerde serdümene en yakın kürekçi.