10 Ağustos 2007 Cuma

...

Müsvedde ve taslaklarındaki başlıksız bir yazıdan alıntı…

Payını hak olarak tanıdıktan sonra artık “reis” unvanına layık olabilmek için gelenekten başka hiçbir haksızlığa tahammül etmeyeceklerini, tayfanın ve çalışmanın hakkına büyük bir saygı ve titizlikle göz kulak olacaklarını sanır… ve bu gece yarısından hemen sonra çıkılan tatlı işin babadan oğla geçen hak kanunlarıyla idare edildiği idealini düşünür, ortalıkta daha hiçbir aydınlığın ve sabah sisinin bulunmadığı saatlerde uyandığım zaman bu ideal mesleğe girenlerin dünya yüzünde aldıkları “balıkçı” ismine derin bir sevgi duyar, yatağın içinde ateş gibi tayfalar, reisler, namuslu kayık sahipleri ile dolu bir dünya, bir ada hayaliyle yeniden uyurdum.

O insanların sesleri gelirdi. Her şey şairane idi. Üstünden daha sisi kalkmamış, tüter gibi deniz. Pırıl pırıl, başı kıvrık, havaya kalkmış, yine baş tarafına mavi zemin üstüne yaldızla yapılmış Picasso balığı ve Picasso çiçekli kayık, bilekleri boğa başı bükecekmiş gibi kalın ve tüylü hamlacılar *, kıçta ağarmış kasketinden lif lif ağarmış saçları fırlamış reis. Mantarları ve taşları intizamla dizilmiş, güneşte esmerleşmiş insan derisi ağlar…

Yüzlerce uyuz kedinin kıyıda beklediği ve köylerin balıkçı sevincinden anladığı ılık bir kış sabahı idi. Kayık yanaşınca buluttan sıyrılan parlak bir güneş lebalep sardalya dolu kayığı, ellerine, saçlarına ve çizmelerine pul yapışmış kürekçileri bir aydınlanış aydınlattı. İri, sıhhatli insanlardı çoğu. İçlerindeki iki Kürt çocuğu bile gülen dişleriyle hiç olmazsa sıhhatte idiler. “Şemşir-i hücum” isimli motor da kayığın ta yanına yanaştı. Büyük kepçelerle motora aktarma edilen sardalyayı ağlardan kurtarmaya çalışan insanlar şakalaşıyorlar, gülüşüyorlardı.

Ağın haline diyecek yoktu. Hemen her deliğinden bir sardalya kafası fırlamış, gümüş tenleri yaprak yaprak titriyordu.

― Vay anasını! Dedim içimden, güzel iş balıkçılık.

Bir Heybelili Rum vardı. Elli yaşlarında. Çıplak kafasından, alelade boyu ve posundan umulmayan bir ustalık, maharet ve çalışkanlıkla çalışıyordu.

Herifi hayranlıkla seyrettim. Çalıştıkça gelişti. Çalıştıkça heykel hali aldı. Bir ara baktım ki Zös’ün (Zeus’un) bir ölümlü köylü kızla macerasından doğmuş bir yarım tanrıdır. Onda birçok şeyler silinivermişti. Biz ölümlülerin çocukları ihtiyarlar, çirkinler, tembelleşir, sersemleşir, şu olur, bu olurduk. O birdenbire elli yaşını atıverdi üstünden. Çalıştıkça pazuları şişti. Kış güneşine karşı gömleğini de çıkarmış, bir atlet fanilası ile kalmıştı. Saçı dökülmüş, elli yaşındaki insan kafası bu adalenin kudreti ve çalışma denilen şeyin sevgisi ile yaş denilen insan hükmünü bir kalemde silivermişti. Şimdi o saçı dökülmüş kafası, geniş ve çizgili alnı, tıraşı uzamış ve rengi az buçuk atmış yüzüyle yaş mevhumunu insanlığından ceketi ve gömleği gibi sıyırmıştı. Böyle, bu minval üzere bin sene yaşayabilirdi. Dökülmüş saç, elli yaş sanki bir çocukluk yaşı idi daha. Sanki şimdi daha birkaç senedir çalışmanın zevkli şey olduğunu, insanı bambaşka ettiğini anlamıştı.

Sait Faik Abasıyanık
Büyüyen Eller, Sayfa 135-37, YKY, İstanbul – 2007.
Sait Faik Müzesi Arşivi No:68

* Şemşir: Pers’çe kılıç anlamındadır. Eğimi 15-30 derece arası değişen bir tür süvari kılıcıdır. Türkiye’de (yatağan), Mughal’da (talwar), Arabistan’da (saif) akrabaları vardı. Bu kılıçların tümü de bir Türk-Moğol süvari kılıcından geliştirilmişti.
* lebalep: Ağzına kadar, hınca hınç dolu.
* hamlacı: Kürekli teknelerde serdümene en yakın kürekçi.

3 yorum:

  1. hikaye uzak bir ulkede ve uzun zaman once geciyor olmali. Sait Faik bu hissiyati verir hep insana. Buyuk yazar vesselam.

    YanıtlaSil
  2. Çok doğru, yalnız sunu da belirtmeliyim ki Sait Faik'in üslubunda ustalıkla kullandığı gerek yöresel, gerek mitolojik ve gerekse evrensel (hümanistik) unsurlar ile tam bir Anadolu'lu yazar niteligi hemen göze çarpmakta. Aynı koku Halikarnas Balıkçısının da hikayelerinin daha ilk cümlelerinde çok keskin bir biçimde kendini hissettirir. Bu sanirim yaşadığımız coğrafyanın önde gelen hikayeci yazarlarında taa Homeros'tan beri kullanıla gelen köklü bir miras gibi... İşte bir coğrafya düşünün ki kendi mitolojilerini, kendi hikayelerini yine kendinden yetiştirdiği usta yazarlarına, feylezoflarına yazdırmış ve tarihe bir mıh gibi çakmıştır. Böyle bir mirasa sahip çıkmak ta bizim boynumuzun borcudur!

    YanıtlaSil
  3. Resimlerden ilki Karadeniz Ereğli balıkçı limanından diğeri ise Çeşme Dalyan Meydanından...

    YanıtlaSil